6 Temmuz 2016 Çarşamba

Macera Dolu Amerika… Amerika…
Bugün bir başka güzeldi. Çünkü mübarek 11 aylara girdik. Türkiye’de başladığımız orucumuzu Amerika’da tamamladık. Yarın teoride Ramazan Bayramı’nın ilk günüydü. Gerçi bayrama girinceye kadar ne çileler çektik. Dün akşam iftardan sonra büyük bir çok önemli bir tartışma sorunsalımız vardı: Ramazanı 30 güne tamamlayacak mıydık? Hilal görülmüş müydü? 

Muhtemelen bu soruları tartışırken Türkiye çoktan bayram namazını kılmış ve bayramlaşmaya başlamıştı. Malum yedi saat geriden geliyoruz. Niçin 30 günü ve hilal göründü mü görünmedi mi sorularını tartıştığımız da apayrı bir tartışma konusu. Resmen paradoksun diplerindeyiz sanırım. Bu topraklarda Müslüman deyince Araplar geliyor akla. Öyle Avrupa’daki gibi Müslüman deyince Türk, Türk deyince Müslüman kelimeleri pek yanyana gelen ifadeler değil. Araplar, çıplak gözle hilali görünceye kadar orucu bozmuyorlar. Ya da görmeseler de temkinli davranıp bir gün daha ekliyorlar tuttukları oruç günü sayısına. Suud krallarıyla aramız gayet iyi olabilir protokol bazında ancak fetva makamlarının birbirleriyle çarpıştığı kesin. İslam kardeşliği derler ya çoğu zaman, inanın Yunan mitolojisi bile daha inandırıcı unsurlar içeriyor içerisinde. Geçen sosyal medyada bir kullanıcının paylaşımı aslında basitçe özetliyor bize durumu: Dünya enerji rezervlerinin çoğunluğuna sahip olduğu halde Şevval hilalini çıplak gözle mi görmek gerektiğini tartışan 1,6 milyarlık İslam alemi, bayramın hangi gün olacağı konusunda bile ihtilafa düşe dursun, Nasa’nın 2011 yılında gönderdiği Juno, dün akşam başarılı bir şekilde güneş sistemimizin en büyük gezegeni Jüpiter’İn yörüngesine girmeyi başardı. 
Sahi bizim astronomlar ne yapıyor? Zahmet etmeyin ben söyleyeyim. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda istihdam ediliyorlar namaz vakitlerini belirlemek için. Bir de çok çok eskiden pireler berber iken ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken Büyük Buluşma dizilerinde Nükleer Araştırma Merkezi konseptinde rol kesiyorlardı.
Karabük'te başlayan hareketimiz evrenselleşiyor. 
Türkiye’yi burada gece orada sabah vakti ayağa kaldırdık. Tüm alabileceğimiz fetva makamlarını harekete geçirdik. Öyle ki yan komşumuz Chicago’da Türkiye’den giden akademisyen arkadaşımızı dahi aradık seferber ettik. Çünkü muhteşem ekibinde muhterem ilahiyatçı hocalar vardı. Mutlaka bir çıkış yolu gösterirlerdi. Türkiyeli fetvacılardan kimisi “yahu sizin işin gücünüz yok mu, tamamlayın işte 30 güne” modundayken, kimisi de “yahu yiyiniz içiniz efendim, gün bayram günüdür” fetvası vermişti. Sonra Chicago ekibindeki hoca arkadaşımız, gruptaki erkeklerin araba tutarak bir Türk camisinde bayram namazı kılmaya gideceğini söyledi. Bu yarın bayram yapmalıyız önermesine ulaşmanın ilk adımıydı. Sonraki adım, Diyanet İşleri Başkanlığı merkezli başka bir kaynaktan geldi. Malum Başkanlık, fetva makamıydı. Gerçi din işlerini takip etmek dışında herşeyi kontrol etmeyi seven muaazzam kaynaklı bir bürokrasinin kendisiydi ya.  O bilmeyecekti de kim bilecekti? Gerçi, Muhammed Ali’nin cenazesine Amerika’ya geldiğinde kimse dikkate almamıştı ya Diyanet İşleri Başkanımızı. Yahu dünyanın neresinde görülmüştü iktidar tarafından atanmış bir dini lider profili. Amerika’ya da uymamıştı zaten bu profil. Çok dağıtmamak lazım, oruç konusu mu ne oldu? Başkanlık, hepimiz için basın açıklaması yapınca; “tutmayın beyler, Bayram yapın.” Biz söz dinleyen insanlarız. Birisinin bize “HÖT” demesi yeterli. İşler böyle yürür Türkler için.
Tam camiyi bulmuş namaza yetişmiştik. Derken kalabalıklar dağılıyordu. Bayram namazını kılamadık ama o coşkuyu yakından gözlemledik. (Furkan Camisi) 
Hani yeşili seven bizdik? Atlanta’ya gelmezden evvel Sapanca’ya gezmeye gitmiştik. Yeşilin ırzına nasıl geçilir ziyadesiyle tecrübe ettik. En son 2000'li yıllarda öğrenciyken gezmiştim oraları ve o zamanlar hayat vardı Sapancada. Şimdilerde ölü toprağı serpilmiş üzerine sanki. Kuruyan derelerden ise hiç bahsetmiyorum. Karabük’ten başlayıp Artvin’den sonlanan doğanın ırzına geçme vaka sayısı oldukça fazla. Örneklendirmeye gerek bile olmadığını düşünüyorum. Atlanta’nın yeşille iç içe geçmiş esrarengiz bir doğası var. Ağaçlar milyon yıl öncesinden kalmışlar gibi. Saruman’ın kuleleri buralarda bir yerde gibi. Birazdan ağaçlara emir verecek ve yürümeye başlayacaklar gibi. Ağaçların da içerisinde olduğu yeşili, bir bebek gibi koruyup kolluyorlar. Dereler çağlarken, kuşlar hala şehirdeki insanlarla iç içe. Pencereleri açtığınızda kuş sesleriyle uyanıyorsunuz. Ağaçların arasında sincap sürülerini de görünce de “yuh be” diyorsunuz. Bunlar, Türkiye’de şehir insanlarının çok sık görebileceği şeyler değil. 

Doğa denince piknik yapmayı; piknik yapmayı da belediyelerin yaptığı çakma yeşil alanlarda yapmak olarak algılıyoruz. Gerçi biz küçükken doğanın içine etmeyi başarmışız. Tarlada bağda bahçede çalışırken oraya buraya abdest bozan insanlardık. Temizlenmeyi de yaprak, toprak ve taş gibi bilimum materyaller kullanarak yapan insanlardık. Normal bu yaşlara gelince kiteler halinde doğanın içine etmemiz. 

Aslında Atlanta’da şaşırılması gereken kapitalizm nasıl olur da bu kadar yeşil ve doğal bırakabildi buraları. Şimdi oradan bir yerden komple teorisyenlerinin kafalarını çıkarttıklarını görür gibiyim: “Abi onlar Doğu’ya gelip bizleri sömürdüler, kapitalizmi iliklerimize kadar işlediler” diyenler mutlaka vardır. Bu sömürü edebiyatından hiç hazzetmem. Hazzetmediğim bir başka mevzu da medeniyetten anladığımız önemli şeylerden birisinin “göt yıkamak” olduğuydu. Avrupa’da ve Amerika’da nereye giderseniz gidin “bunlar pisliğin içinde geberiyorlardı. Bunlara temiz olmayı biz öğrettik” hikayesini dinlersiniz. Oysa Atlanta’da marketin birindeki tuvaleti kullanırken içimden tam olarak şu geçer: “Ulan sen evde sokakta otobüs mola yerlerinde kakanla vedalaşmayıp arkadan küfür ettiren adamsın. Göt yıkama edebiyatı senin neyine.” Tabi ki temizlik imandandır sözünün geçerliliğini kabul ediyorsanız bu şehrin caddelerine baktığınızda buralar çoktan imana gelmiş dersiniz. Bank of America’da yerde serili halılar bile haddinden fazla temiz. İnsanlar kamusal alanları evleri kadar temiz kullanmaya çalışıyorlar.
Banka demişken, hesap açtırmak için bankaya uğramıştık. Banka görevlisi bir kadın bizi kapıda ayakta karşıladı. Nasıl göğsümüz kabardı. Sizi alıyor, sorununuzu tespit ediyor ve sonrada sizi birisine teslim ediyor. Ama bu kadar rahatlığa insan Ziraat Bankası kabalığını ve coşkunluğunu da özlemiyor değil ha. Atlanta’ya gelmeden önce Ziraat Bankasına gitmiştim. Dünyalık üç beş para işini halletmek için. Üst kat komşumuz teyzem yanıma geldi: “Hayırdır evladım” diye soruverdi. Derdimi anlattım, o da gayri ihtiyari konuşmaya başladı. Meğer teyzem de ahretlik işlerini halletmeye gelmişti. Ne miydi? 8 kişilik mezar yeri satın almaya. Gözünü sevdiğimizin teyzesi: “Ah ah evladım, geçen sene kalp yokladı beni. Doktorlar bir daha yoklarsa gidersin dediler. Bende gitmeden ailecek bir yer satın alayım kendime dedim. Hem belediye erken alımlarda indirim de yapıyor.” Şimdi ben bu teyzemi burada aramayıp da ne yapayım. Gerçi Safranbolu’da belediyenin en popüler alanlarından birisi mezarlık işleri. Normalde hiçbir şey yapmayan belediye, özellikle emeklilere sorunca “evladım, belediyemiz iyi çalışıyor, mezar yerleri harika, indirimler de güzel, her işi de görüyor mezarlıkla ilgili” cevabını alırsınız. Unutmadan bankada koltuğun bir tanesinin arkasında Sony marka eski bir kasetçalar koydular. Radyo açıktı ve inceden inceye müzik yayını vardı. Müziğe teslim ediyordunuz kendinizi. Ama yandaki koltukta gelinlerini çekiştiren iki adet kaynana da olsaydı ne iyi olurdu ha.
Denizden babam çıksa yerim modu. Ama bizim mide pek kaldırmıyor bu kadar renkliliği. 
Temizlikten söz etmiştik ya, caddeler oldukça temiz ve düzenli. Üst üste binmiş binalar bulamazsınız burada. Hala gökyüzünün göründüğü bir seviyedesiniz. İnsanlar aşırı derecede bireyselleşmiş olabilirlerdi belki ama gözleriniz nefes alıyordu. Çünkü estetik vardı etrafta. Arkasından ruhunuz o düzen ve sakinlik içerisinde kendini dinlendiriyordu. İki gündür yağmurun yağması iyi oldu, çünkü yollarda tek bir su taşkını olmuyordu. Muazzam bir alt yapı. Ninja Kaplumbağalardan yabancı değildik gerçi bu altyapıya ama yakından gözlemleyince insan daha iyi farkediyor farkı. Öyle mezar modunda yapılmış kanalizasyon kapakları asla bulamazsınız. 
Kimi zaman Türkiye'deki o kaosu aramıyor değiliz ha. 
Onlara bakarken aklıma iki şey geldi. İlki “yol medeniyettir” deyip yollarımızın caddelerimizin sokaklarımızın bir bok benzemediğini tecrübe etmek. İkincisi de Safranbolu belediye başkanının yağmurun yağdığı zamanlarda hayatın felç olmasından şikayetçi olduğumuz durumlarda “Japonya gibi büyük ülkelerde de böyle şeyler olabiliyor” deyip bizle komple kafa bulması geldi. Gerçi biz de devlet geleneğidir, Alt ve orta gelir grubuna ait Toki evleri için dere yatakları oldukça idealdir. Zonguldak/Gökçebey’de çok yakından şahit olabilirsiniz ilçeye girerken sağ tarafta. Gerçi Toki’yi tebrik etmek lazım, arada da bizim üniversitenin kampüs alanı içerisindeki heyelan bölgesine de evler yapabiliyor. Allah zeval vermesin der, dua eder yaşar gideriz.
Buna verilen yanıtı da koymak isterdim ama Sayın Başkanım engellemiş beni.
Tabi ki de eklemek gereken birkaç nokta daha var. Yol işçisi otobüs şoförü kadınlar var sokakta. Hani sizin de bildiğiniz türde kadın. Türkiye’de sıklıkla tecavüze uğrayan, öldürülen, iş hayatından dışlanan kadın. İşin daha da  önemli bir tarafı hem kadın hem de Afro-Amerikan. Çifte ayrımcılığın için etmiş çoktan bu topraklar. Kuşkusuz Türkiye’de biz özellikle Belediyelerin çiçek ekme ve temizlik işlerinde görmeye alışık olduğumuz için kadınları, bu durumu yabancılıyor olabiliriz. Sahi yerel yönetimlerinde traktörlere doldurduğu kadınlara çiçek ektirme ve temizlik yaptırtma kafası neyin kafası? Çözümlemiş olan varsa bize de anlatsın dinlemeye hazırız.
Muhterem uzay boşluğu sanki. 
Bugün için son satırlar insanlara dair. Her gün sokakta gözünün içine bakıp seninle selamlaşıp ve üstüne üstlük sana gülümseyen insanlarla karşılaşmak en keyiflisi. Biz de erkeksen bakıver birisinin gözünün içine. Sonucun ne olacağı konusunda detay vermeme hacet yok sanırım. Bütün bunları birlikte düşününce uzun bir süre daha medeniyet dendiğinde “göt yıkamayı” anlayacak gibiyiz.
Hz. Ali'nin dediği gibi, günahsız geçen her gün bayram...
Tarih: 06.07.2016. /Saat: 1.27

4 Temmuz 2016 Pazartesi

MACERA DOLU AMERİKA… AMERİKA


 
Size köprü yapmasını öğreteceğiz İngiltere :)

Kurulan muazzam bir köprüydü ama deniz üstünde değildi... Uzaktan bakıldığı gibi de denizin iki yakasını bir araya getirmiyordu...
Kurulan sırat köprüsüydü, deniz yerine mezar vardı altta... Kocaman dev bir mezar...

Bugün eğlenmek bedavaydı. Yarın paralı...
Mezarlar üstüne kurulmuş köprülerde insanlar göbek atıyor dans ediyordu...
Aşağıdaki mezarda yatan ölüler kefenleriyle çıplak olduklarını sanıyordu; ancak yukarıya bakınca asıl çıplak olanların dans eden göbek atan selfiler çeken eğlenen insanlar olduğunu görüyorlardı...


Şov Dünyası'ndan arda kalanlar...

Mahşer yeri sandıkları kalabalıklarla birlikteyken hocalara "Sırat köprüsünün yerini" soranlar farkında olmadan Sırat'ın üstüne çıkmış var gücüyle eğleniyorlardı oysa...
Çünkü bugün onlar için bedavaydı Sırat'ta dans etmek... Peki yarın? Yarın diye bir şey yoktu insanlar için, çünkü bugünü yaşamak her şeyden daha önemliydi...
.....
Belki de bütün insanların kanalizasyon boruları birbirine bağlandığı içindi bu kadar şiddet diyor yazarın bir tanesi. Kentin acımasızlığını insanların boklarının birbirine karışmasıyla yaşanmaya başladığını anlatmak boktan bir muhabbet gibi ama her gün Türkiye'de hafızasını kaybetmiş insanlarla yaşamak daha zor olsa gerek. Yaşamak için birbirini öldüren insanların ülkesi olmuştuk çoktan...hayattan keyif almak için özgür olmak gerek...

Gidip de gelemeyen ne çok insan oldu hayatımızda...

Amerika yolculuğu 29 Haziran 2016 günü başlayacaktı. Gelen bir telefonla televizyonun karşısına geçiverdik. "Ay Lav Yu" filminde böyle bir sahne vardı. Tinne'ye kızını evlendirmek için gelen Amerikalı konuklardan baba, televizyon seyrederken 11 Eylül saldırılarını görür ve kısa süreli bir şok yaşar. Sanırım tam olarak yaşadığımız şaşkınlık anı oydu ve suratımızdaki ifadeler de onun gibiydi...İsimler bile anılmıyordu artık uzun süreden beri ülkede, insan değil rakamlar veriyorduk toprağa sanki. Ölülerimiz, belki de sadece seçim zamanlarında hatırlanmaya başladığı için samimiyetimizi yitirmiştik. Zaten şok etkisi de uzun sürmemişti, çünkü ülke Survivor finaline kitlenmişti. 
***



Hatırlamak için hissetmek gerekir. 

3 Temmuz 2016 Pazar gününe ertelenen yolculuğumuzun başlangıç noktası Atatürk Havalimanı'ydı. Öyle sanıldığı gibi güvenlik önemleri değişmemişti. Üç beş özel hareket polisi dışında gözlenebilir hiçbir değişiklik yoktu alanda. Anlaşılan bu ülkede insanın değeri hala tartışmalıydı. Çünkü insanın yerine ikame edilen en kolay şeydi bir başka insan. İktidarlar böyle yaşam sürüyor, bürokrasi böyle, akademi böyle. Havaalanında ölenlerin anısına hazırlanmış bir köşe vardı sadece geriye kalan. O köşe de gelen gidenin sadece bakıp geçtiği bir alan. Çünkü unutmak bu toprakların acımasız bir hastalığı sanırım. Tabi ki Atatürk Havalimanın'daki güvenlik eksikliğini Frankfurt Havalimanına varınca daha açık seçik gördük. İnsanları aldıkları kabinde apış arasına kadar arayan bir güvenlik sistemi. Patlama sonrası birçok Avrupa ülkesi güvenlik önlemlerini iki katına çıkarmıştı. Burada karşılaştığımız da bu durumun pratiğe dökülmüş haliydi. Bizimkilerin muhtemelen duşakabin diye yaptırmayacağı (!) şeffaf bir kabin içinde bilgisayar desteğiyle oldukça şeffaf bir aramadan geçiyorsunuz. Arkasından, içerisine alındığınız kabinde apış aranıza kadar tekrar elden geçiriliyorsunuz. Çantalarınızda bir sorun olduğunda üç beş tane eli silahlı polis anında tepenizde bitiyor ve her ne sebeple olursa olsun çantanızda çıkan negatif bir durum için açıklama yapmak zorunda oluyorsunuz. Tabi insanların bokunda boncuk aramayı çok sevdiğimizden Almanların apış aramızda ne aradıklarını anlamlandırmakta sıkıntı çekebiliriz. Ama fazla sıkıntı çekmeye gerek yok anlamlandırmak için. Almanlar, kendi insanlarına değer veriyor. Başka ülkelerinin insanlarına değer vermiyor, kendi insanına verse ne yazar diyen çıkabilir aramızda. Ama ben kendimi orada kendi ülkemin havalimanından daha güvende hissettiysem ortada büyük bir sorun olsa gerek. Ama nerede???
***
Hayatla derdimiz nedir?
Bülent Ortaçgil'in çok sevdiğim bir şarkısı vardır "İstasyon İnsanları" diye. Tesadüfen orada olan milyonlarca insan. Uçağa binişimiz biraz erken oldu. Muhtemelen aktarmalarda gecikmeler yaşanmasın diye Alman firması önceden önlem almış olmalı. Bu arada sanıldığı gibi Türklük damarımız tutup Türk Hava Yolları'nı tercih etmedik. Bir Alman firması olan Lufthansa'yı tercih ettik. Avrupa'yı Almanlar çoktan ele geçirmiş durumda. II. Dünya Savaşı'ndan sonra küllerinden doğan bir Almanya, bugün nasıl bu seviye geldi insan şaşmadan edemiyor. Aman sakın dünyayı sömürdüler ifadelerini kullanmayalım. Artık bunlar tarihin tozlu raflarında ya da 60 yaş üstü muhafazakarlarda kalmış beylik ifadeler. Genç beyinler olarak yeni tanımlamalar yeni anlamlandırmalar yapmak zorundayız. Almanya'daki aktarmamız 10.20 Atlanta uçağına idi. Geçirdiğimiz yoğun ve sıkı güvenlik önlemlerine rağmen uçağımıza zamanında yetiştik.

Hayat akarken..
Yalnız Almanya'nın üstünden geçerken ne kadar düzenli ve yeşil bir şehir diye geçirdik içimizden. Aynı zamanda tarihini de korumuş bir şehir. Bizim ucube şehirlere bakınca acaba sorun nerede diye sormadan geçemiyor insan. Şehirlerimiz kaosun ortasında kalmış, tıpkı insanlarımızı ruhları gibi. Kaos teorisinin dikey ifadesi tam olarak biziz sanırım. Bizce artislik yapmanın pek de bir önemi yok Avrupalılar için. Biz tarihten mezartaşı okumayı ve Kadir Mısıroğlu'nu anladıkça pek de değişen bir şey olmayacak hayatımızda. 



Graham Bell'in gerçek ismi Gazanfer Bey'dir. Aslen Bayburtlu olup bir ciftci ailenin çocuğudur.. Shakiranin gercek ismi de Şeyh Hiradir ve Şeyh Pir'in zevcesidir.. ayrica facenin kurucusunun ismi de Zuckerberg degil Zikir Çeken Berk'tir. Goethe de Türk ve müslümandır. İsminin nereden geldiğini söylemem gerek yok zannedersem.
Atlanta'ya indiğimizde yerel saat 15.00'dı. Türkiye'den 7 saat gerideydik. İnsan kendisini zaman makinesiyle geriye gitmiş gibi hissediyordu. Çünkü 16 saat gidiyorsunuz ve hiç akşam olmuyor, saat hiç ilerlemiyor ve bir de üstüne üstlük geriye gidiyorsunuz. Keşke hakikaten Türkiye'de de birçok şey için geriye gidebilsek. Atlanta havalimanında bekleyişimiz ve pasaport kontrolleri 2 saat kadar sürdü. Kolay değildi Amerika'ya girmek. Ankara'ya vize görüşmesine gittiğimiz gün sırada beklerken arkamızdaki teyzeler kendi aralarında konuşuyorlardı: Yahu fikriye abla, baksana Amerika'ya. Ülkesine girebilmek için götümüze kadar herşeyimizi sorguluyor. Bizim sınırlar delik değik ayol kız" diye sürüyordu muhabbet. İtiraz eden kaç kişi olur ki? İtiraz edenlere de şunu söylemek lazım. Türkiye'nin uzun süredir yaşadığı hikaye tam olarak "Guliver Cüceler Ülkesi"... 
Neyse pasaport kontrolü ve vize onayı sonrasında havalimanından elimizdeki 8 valiz 4 sırt çantası iki bilgisayar çantasıyla kolay geçeceğiz sanmıştık. Tabi ki kolay olmadı. Valizlerimizi açan güvenlik görevlileri yiyeceklerin bir çok kısmını çöpe attılar. Yalnız pirinçleri atarken söyledikleri gerekçe oldukça iyiydi: Türkiye başta olmak üzere Hindistan Çin gibi ülkelerden getirilen pirinçlerden böcekler çıkıyor. Dolayısıyla hastalık taşıma riskine karşı pirinç sokmuyoruz ülkeye. Sanırım burada komple teorisyenlerine topu pas attım. Senaryo yazabilirsiniz gönlünüzce efendim. 
***


Kalacağımız yere gelmek için önce otobüs sonra trene bindik. Atlanta'nın bir özelliği varmış. Etrafta Afro Amerikalıların çokluğu görünce öğrendik. Burası onların yoğun olarak yaşadığı yermiş. Havalimanından otobüs şöförlerine güvenlik görevlilerinden taksi şöförlerine kadar herkes Afro-Amerikan. Amerika'nın ayrımcılık tarihine bakınca Zencilerin bu kadar yoğun bir şekilde sosyal hayatın içerisine girmiş olmaları da Amerika mucizesi olsa gerek. Sanırım çatışmadan birbirine bulaşmadan yaşamanın sırrı bireysellikte gizli. Trenin bir köşesine tek başına oturmuş Afro-Amerikan genci müzik dinlerken takip edince bunu daha iyi farkettik. Dinlediği müziğe eşlik ederken el kol hareketleriyle kendinden geçmişti. Rap dinlemesi muhtemeldi. Çünkü el kol hareketleri Rapin içindeki isyanı tam olarak yansıtıyordu. Yalnız burada küçük bir dipnot daha eklemek lazım. Genci kendinden geçmiş bir şekilde müzik dinlerken, Bizim gençlerin sokakta yürürken kulaklıklarıyla müzik dinlemelerini "kendilerine müzik dinleme süsü vererek gerçek hayattan kaçma" olarak yorumlamak mümkün buradaki manzaraya bakarak. Çünkü çocuk müzikle birlikte hayatı yaşıyor. Müziği hissediyor ve o isyanı bütün vücuduna yansıtıyor. 


Kalacağımız yer bir tepeye konumlanmış yeşilin ortasında güzel bir mekan. Atlanta'nın şu sıralar sıcak olan havasında nefes alabileceğini yegane yer belki de. Kuşkusuz insan böyle bir atmosferde kendisini itikafa çekilmiş gibi hissediyor. Türkiye'den uzaklık insana mutluluk veriyor. 



Yeni mekanımızda kimlerle tanışır nasıl bir sosyal ağ kurarız zaman gösterecek. Ama kısa da olsa biraz huzur bulacağımız muhakkak. 



Bakalım ilerleyen günlerde neler yazacağız...







19 Haziran 2016 Pazar

TÜRKİYE’NİN TEK ARAP-ORTODOKS KÖYÜ TOKAÇLI’DAYIZ...

Tokaçlı Köyü'ne Bir Araştırma Seyahati Yapalım İstedik. 
Çalışma arkadaşlarımızla güzel bir makale olduğunu düşünüyorum. Kültürel farklılıkların Anadolu'da ne kadar önemli olduğunu gösterir önemli bir çalışma. Farklılıklarımızla birarada yaşamaklığın gittikçe zor olduğu bugünlerde, geleceğe dönük hala kültürel çeşitliliklerimize yatırım yapabiliriz dedirten bir çabanın meyvesi... iyi okumalar.


Evlerin içlerinde ruhani bir hava var. Ama aynı zamanda yoğun bir kültürel hava var. En küçük detayına kadar eşyalarda kullanılan geleneksel ve dini motifler, Tokaçlı'nın kültürel kimliğini yaşatması açısından altı çizilmesi gereken bir bağlam olarak karşımızda durmaktadır. Modern tüketim piyasasısın eşyalara ait izlerini burada bulmak mümkün değil. Markalar, pahalı salon takımları vs. İnsanlar sade bir huzurla hayatlarını devam ettiriyor. 


Tokaçlı köyünde, yemek ve mutfak kültürü, Anadolu’dan birçok izler taşır. Misafirperverlikleri ile bizi fazlasıyla mutlu eden Tokaçlı Köyü'nde araştırmamızı yaptığımız dönemde kış hazırlıklarına denk geldik. Kış hazırlıklarının en önemli özelliği, köydeki sosyal ilişkilerin derecesini artırması olduğu gözlenmiştir. Yemeğin gücü, bir kez daha sosyolojik bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. 
 

Dini figürler, evlerin iç dekorasyonunda önemli bir yer tutmaktadır. Din, toplumsal ve kültürel taraflarıyla kimlikleri sarmalayan ve onları geleceğe taşıyan önemli bir sosyolojik olgudur. 
 

Köyün eski fotoğraflarında, geleneksel kültürün önemli yansımalarından birisinin düğünler olduğu tespit edilmiştir. Tokaçlı’da yaşayan Arap-Hristiyanlar, Anadolu’nun birçok yerinde yapılan düğünlerle benzer temaları taşıdığı gözlenmiştir. Maksat eğlenmek ve mutlu olmak olunca insan pratiklerinin her toplumda benzer eğilimler taşıdığı görülmektedir. 



Fotoğraf, kültürel belleğin en önemli taşıyıcılarından birisidir. Her evde, mutlaka eski fotoğraflar, misafirlerin bakması için hazırda durmaktadır. Aile albümleri, bir nostaljiden ziyade, aile bireylerinin geçmişten bugüne aralarındaki bağlantıları güçlendirmek için hep hazırda duruyor. 


Dış çevrenin, diğer köylere göre daha düzenli olduğu görülmektedir. Anadolu'nun birçok yerinde bu kadar temiz ve düzenli bir köyle karşılaşmanız neredeyse mümkün değil. Bu nedenle çevreye duyarlılıklarıyla köyün nefes aldırıcı bir tarafı var. 


Köyün önemli sosyal etkinlik alanlarından birisi çay bahçesidir. Çevre köylerle oldukça samimi komşuluk ilişkilerine rastlamak mümkün. Hatay'ın tarih boyunca farklılığını bir kez daha tecrübe ediyorsunuz. 


Dini bir mekan olarak Kilise, en önemli dinsel kimlik belirleyicilerinden birisidir.

Ölüm, bir topluluğun kültürel kimliği için simgesel anlamlar üretir. Mezarlıklar, bu bağlamda topluğun ait olduğu sosyal kimlik öğelerini tespit edebilmek için gözlenebilir önemli alanlardan birisidir. Tokaçlı Köyü'nde mezarlık, dini sembollerin yoğun bir şekilde eşlik ettiği mekansal alanlardan birisidir.  




Hayat Paylaşmaktır. 
Siz de hayattaki yerinizi şimdiden sağlamlaştırın...
Aslında bu yazı, kendisini sosyolog zanneden bütün bireyler için yazılmıştır. Böylesine geniş bir başlık altında esasında ne yazılsa boş olur. Fakat yine de  bir şeyler karalamak gerektiğinden yana tavır alındığında, bu başlığı seçmek yazının içeriğine göre daha uygun olmuştur. İşe sondan başa giderek başlamaya itiraz eder misiniz bilmem ama ben öyle yapacağım.
Sosyolog olmak, kulağa ne kadar da güzel geliyor. Türk Dil Kurumu sosyolojiyi Toplumbilimi diye tanımlarken, sosyoloğu da toplumbilimci olarak tanımlamıştır. Bu tanımlamaları veriyorum; çünkü onun bunun tanımlamasından ziyade TDK bu kavramı nasıl tanımlamış bu önemli. İlerde alan araştırmasının tanımını da aynı yaklaşımdan yola çıktığınızda bulabileceksiniz.
Hiç unutmam bu bölümü kazandığım zamanlardı. Komşu teyzeler, “ne kazandın?” diye sorduklarında, “Sosyoloji” cevabını verince, “ooo sos yapmayı öğreneceksin yani bize de sos yapmayı öğretirsin artık” diye cevabı alınca bölüme olan inancım daha hiçbir şey öğrenmeden sarsılmadı değil. Gerçi her sosyoloji öğrencisinde böyle bir tecrübeyi dinlemek mümkündür aslında. Çünkü kaygılar ortak, cahillik başa bela…sahi bir çok sosyoloji öğrencisinin  dert yandığı hatalar mıydı onları sosyolojiyle tanıştıran…durun ben size iki örnekle daha anlaşılır kılayım:
“Sosyoloji psikolojiye yakın bir şeye benziyor bak sana sonu loji zaten”
“hiçbir şey gelmedi dur sosyoloji yazayım bari”
 ve örnekler uzar uzar gider böyle…Yani sosyoloji tam olarak ne?
Çok teoriye girip  Comte , Weber, Karl Marx’ı anlatıp zihin bulandırmaktansa, sosyolog adayı olarak bir şeyler anlatmaktan ziyade bu yazdıklarım içimdeki  buhranların birer dışa vurumundan öteye geçmeyecek. Fakat şuna değinmeden geçemeyeceğim oda şu Batı dediğimiz iklimlerde sosyal bilimlere verilen değer aldı başını gidiyor. Dünyaca ünlü sosyologlar hala Batı’dan çıkıyor, bizimkiler hala Tanrı’nın varlığını ispatlama derdinde… Çünkü onlar bizden daha ilerdeler demektense bazı şeyleri aşmışlar demek daha güzel olacak sanırım.
Türkiye de her konuda  bilgisi olan pek kıymetli bireylerden (!) sosyologlara konuşma sırası dahi gelmiyor; bakıyorsunuz toplumsal bir sorun var ortada herkes bir anda sosyolog kesiliyor.  İki kitap okumakla sosyoloji yapacağını zanneden aslında ne kadar büyük bir yanılgı içerisinde.
Bana göre sosyolog olmak dili, dini, ırkı,  cinsiyeti,   sayamadığım fakat insanları birbirinden farklı zıt kutuplara iten ne varsa hepsini katabiliriz bu sıralamaya, sandalyede masa başı işler yapmaktansa alana inip toplumun nabzını tutmaktan geçiyor. Aslında bir anlamıyla ellerimizi kirletmekten geçiyor. Bu aralar sosyal medya üzerinden yayılan bir akım var şiir sokakta diye, şiiri dahi sokağa indiren güzel halkım bir sosyoloğu sokağa alana yakıştıramadı gitti.
Sosyolog neden mi alana inmeli; kadın cinayetleri sokaklarda işleniyor, çocuklar sokaktan kaçırılıyor, bir baba sokakta ölüyor ve bir anne çocuğunu bir sokakta bırakıp gidiyor… sosyolojiyi hala ofislerde ve sınıflarda yapabilmenin samimiyetine inanmak ise korkutuyor beni. Hele kopyala yapıştır mantığıyla analiz yapanlar ve raflar dolusu kitapları okuyarak işin sırrını çözdüğüne inanlar…liste uzar gider aslında.
Peki sosyolojiyi nasıl yapacağız biliyor muyuz acaba gerçekten?... Disipline olan inançlarımız birer domino taşı gibi yıkılmadan harekete geçmeye başlamamız gerekmiyor mu sizce de?
Alan Çalışması Türk Dil Kurumunda “bir olayın veya durumun bilimse amaçlarla yerinde incelenmesi” olarak tarif ediliyor. İlk alan çalışmama Bulak köyünde başlamıştım. Alana inmek bile emin olun insana farklı bir hava getiriyor o zamana kadar kafanızda belli başlı bölüm hakkında sıkıntı varsa ki benim yoktu ama olan bir çok kişinin sıkıntıları o gün bulak köyünün mezarlığına gömülüp gitti. Çünkü alan bir sosyologun kendini bulduğu bir yer, sosyologun namusu, tıpkı kuru pilav cacık üçlüsü, Süheyl beyzat uygur kardeşler gibi birbirinden ayrılamaz bence! bence diyorum çünkü bu tamamen benden kaynaklı bir mevzu haa başka bir sosyolog vardır gelir ben alana inmem  toplumun nabzını tutmam derse ona da diye bileceğim bir şey yok.Ama o zaman ortaya şu sorun çıkar bu sosyolog ne kadar sosyolog olur pratikte mi teoride mi sosyologtur bunları biri tartışa dursun…Biz gelelim doktora tezini  alanda edindiği deneyimlerle hazırlayan birisinin deneyiminden birkaç kesit inceleyelim :
“Alan araştırması yapacaksan kurumun seni anlaması gerekiyor. Alan araştırması yapacaksan bir süre ortada olmayacaksın demektir.”
“Ben bu tezi hazırlarken şanslıydım çünkü tez danışmanım zaten etnografik araştırmalar konusunda yıllardır çalışıyordu, bana o alanı açabildi.”
“Doktora aşamasında alana inmek zamansal ve mekânsal hareket alanı açısından daha avantajlı olabilir”
Ben daha mesleğin en başındayım pek fazla alana da inmedim, daha doğrusu indiğim alanlar da genellikle günü birlikti ki, günü birlik olması bile üzerimde geniş etkiler bıraktı. Hani yukarılarda bir yerde belirttiğim gibi “sosyolog” dediğimiz azcık kirlenmeli bence. Hayat sokakta akıyor. Dünya gündemini sokaklar belirlerken bütünü değiştirmek için parçayı değiştirmek gerekiyor. Halâ yerli yerimizde oturup sosyolojiyi kitaplarda yaşamak ne kadar doğru olur, bilemiyorum, diyorum ya daha yolun çok başındayım…
Sona yaklaşırken üniversiteden hocamın bir öğüdünü paylaşmak istiyorum sizlerle: “Çocuklar, siz hepiniz dâhilersiniz; Comte, Weber, Marx her kim varsa onların hepsi tarihte yaşadı ve öldüler. Artık kâğıt da sizin elinizde, kalem de. Onlardan daha iyisi olabilirsiniz ve çocuklar sakın hayata teslim olmayın” demişti. Sanırım bir sosyolog da kendini kitaplara teslim etmemeli, hayatın anlamını sokaklarda bulmalı çünkü dünyayı evinizin sıcacık küçük odasından değiştiremezsiniz. Değişim bireyle başlayıp topluma mâl olan bir kavramdır. Heraklitos ne diyor: ”Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” O  vakit ne yapıyoruz? Bu değişimde bir pay da bizler elde ediyoruz. Ne yapıyoruz? Harekete geçiyoruz…
Çok sevdiğim bir söz var kapanışı onunla yapalım, aynı zamanda bu söz bana ait… Eğer alana inersek neler olur biliyor musunuz??? “Biz başarıları değil de,  başarılar bizi kovalamaya başlar.” “O da nasıl olacak?” dediğinizi duyar gibi oldum… Ona da açıklama getirelim, alana inmeyen sosyolog alana inmediğinden dört duvar arasında kitaplarla boğuşacağından ister istemez bir bıkkınlık geçirirken alana inen, elleri kirlenen, çamurlanan  -tabi çamurlanmak bir mübalağa değil ciddi ciddi çamurlanmaktan bahsediyorum- hem işini hem de hayattan istediği enerjiyi alacaktır. Alana inmeyen sosyolog ise sosyologtan Asosyologa doğru bir geçiş yapacaktır. Son sözlerimiz de şunlar olsun: Unutmayalım, bu çıktığımız yol çok meşakkatli bir yol. Bu yolun sonunda aydınlık var, doğan sosyoloji güneşi var ve biz sosyolog adayları bu yolda yılmadan her fırsatta  ALANADA MI İNMİYAĞĞĞ diye sormadan  yürümemeliyiz. Dümdüz değil her yoldan giderek ve önümüze çıkan her engelin üstüne basıp ilerlemeliyiz. Çünkü herkes kendinden ibarettir, kimse sizin yerinize bir hayat yaşamayacaktır ve sizler arkadaşlar, bu davanın bir ucundan tutun da hep beraber yürüyelim…
Not: Yazının tamamı Zeynep Aktaş'a aittir.